ABD bir kez daha tarihi bir yol ayrımında. West Point’te Başkan Trump’ın, Annapolis’te Dışişleri Bakanı Rubio’nun ve son olarak ABD’nin Ankara Büyükelçisi Barrack‘ın açıklamaları, yalnızca bir dış politika söylemi değil; küresel sistemde ABD’nin yeni pozisyonunun adeta işaret fişeği niteliğinde. Trump ‘yeni maceralara atılmayacağız’ dedi. Rubio, ‘yeni darbelere zemin hazırlamayacağız’ diye ekledi. Barrack ise ‘Orta Doğu zaten fazlasıyla bedel ödedi’ ifadesiyle bir anlamda ardı ardına yapılan açıklamalara Orta Doğu‘nun geleceği için umut verici mesajlarla noktayı koydu. Tüm bu mesajlar Trump yönetiminin ABD’nin Soğuk Savaş sonrası müdahaleci yaklaşımını, 20. Yüzyıl’ın kendine göre ‘siyasi ve ahlaki normlarını dayatan’ misyoner diplomasi anlayışını ve küresel polis rolünü artık geride bırakma iddiasını taşıyor.
Bu çıkışlar, ABD’nin 1945’den günümüze, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında oluşturduğu küresel ekonomi-politik sisteme dayalı kurucu dış politika nosyonlarından bir yönüyle köklü bir kopuşu da temsil etmekte. Bir önceki yüzyılın Amerika‘sı; savaşın mutlak galibi, yeniden kurucu, sanayi devrimleriyle serpilmiş kapitalizmin taşıyıcısı, NATO ve Bretton Woods‘un, Atlantik İttifakı bazlı bir ekonomik, siyasi ve askeri yapının mimarıydı. İki dünya savaşının da sebebi ve suçlusu olan Avrupa‘ya ve Japonya‘ya ‘artık silahlanmayın, sadece kaliteli mal üretin’ diyen bir hegemon olarak dünyanın standartlarını belirleyen bir ABD. Kapitalizmin devamlılığı adına küresel talebi sürdürülebilir kılacak, sermaye hareketlerini ve uluslararası ticareti serbestleştirecek bir ABD. Ta ki, 1980’lerin başlarında neoliberaller ABD ve Atlantik İttifakı‘na ardı ardına büyük yanlışlar yaptırana kadar.
‘Küreselleşme 2.0’ o kadar bağnazca, o kadar taparcasına pazarlandı ki, ticaret ve finans sisteminde oturmuş ve gerekliliği kanıtlanmış kurallar o kadar gevşetildi ki, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyrek dönemi ABD ve Atlantik İttifakı ülkeleri açısından pek çok ekonomik krizle boğuştukları bir döneme dönüştü. İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl, çok kutuplu bir sistemin ayak seslerini duyduğumuz bir dönem olmasının yanı sıra, dijital sermaye hareketliliği, siber güvenlik tehditleri, yapay zekâ destekli rekabet ve yeni bölgesel güç merkezlerinin yükselişiyle şekilleniyor. Bu yeni yüzyılda ABD küresel çatışmaların baş aktörü olmanın bedelini hem itibar kaybıyla, hem zorlanan bir ekonomiyle, hem de zayıflayan dolar ile ödeyen bir ülke haline geldi. Irak ve Afganistan savaşlarının sosyal ve ekonomik yükü, içeride Amerikan toplumunu yordu, dışarıda ise kredibiliteyi erozyona uğrattı.
Trump’ın iki kere seçilmesindeki dinamik iyi okunmalı. Bu nedenle, Trump ve ekibi, ‘yeni sağ’ olarak adlandırılabilecek bir perspektifle bu tabloya net bir yanıt veriyor. Bu yeni anlayışta, neocon-müdahaleciliğe, ulus inşa projelerine, gizli operasyonlarla rejim değiştirme hamlelerine yer olmadığı izlenimini alıyoruz. Yeni sağ, ABD’nin kaynaklarını yeniden kendi refahı ve teknolojik rekabetçiliği için kullanma stratejisiyle hareket ediyor. Barrack’ın açıklaması da bunu teyit ediyor: ABD, artık savaşlarla değil, stratejik ortaklıklarla etki üretmeye çalışacak. Trump ve ekibi, ABD’yi yeniden tanımlarken, dünyaya da net bir mesaj veriyor: ‘Kurucu bizdik, ama artık yıkıcı olmayacağız.’ Bu yaklaşım, eğer tutarlılıkla devam ettirilirse, 21. Yüzyıl’da daha dengeleyici, daha çoğulcu; ama hala küresel sisteme iz bırakmak isteyen bir ABD’nin kapısını aralayabilirler.