Birkaç yıldır Türkiye‘nin birçok gündemi arasında kendine ön sıralarda belirgin bir biçimde yer bulan nüfus konusu hakkında her kesimden görüş serdedilmektedir. Konunun çok boyutlu yapısı ve detaylı unsurları barındırıyor olması ortaya koyulan görüş ve yorumların kapsayıcı olamamasına sebebiyet vermektedir. Konunun asli uzmanı olmadan ortaya konulan görüşler ise söyleyenin görünürlüğünü artırmakta, başka hedefler için işe yarar bir araç haline gelmekte ancak meselenin çok boyutluluğunu anlamayı ve sorunların çözümünü mümkün kılacak politikaların geliştirilmesine yarayacak görüşlerin yaygınlaşmasını engellemektedir.
Nüfus konusunun son yıllarda daha fazla görünür olmasının devlet ve siyaset mekanizmasının bu konuya çok daha ehemmiyet vermesinden kaynaklandığı düşünülebilir. Öyle ki, 2007 yılında Başbakan iken toplam doğurganlık hızındaki gidişattan hareketle nüfusun kendini yenileme seviyesinin (2,1) altında kalacağını öngören Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, “en az 3 çocuk” telkininde bulunmuştu. O yıllarda itiraz ve eleştirilere maruz kalan bu öngörünün günümüzde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha müşahede etmekteyiz. Nitekim 2014 yılında 2,19 olan toplam doğurganlık hızı, 2024 yılı itibariyle 1,48’e kadar gerileyerek her yıl düzenli biçimde azaldı.
Kaynak: Doğum İstatistikleri, 2024, TÜİK
Böylelikle nüfusa ilişkin araştırmalar yapan uzmanların bilgi, bulgu ve benzeri verileri içeren araştırmalarını kamuoyu ve politika yapıcılar ile daha etkin bir biçimde paylaşmaları önem arz etmektedir. Bu hususta bilhassa doğurganlığa ilişkin yapılan güncel araştırmalar doğurganlık eğilimleri hakkında fikir vermekte, doğurganlığın önünde engel teşkil eden faktörlerin ortaya çıkış ve var oluş sebeplerini anlamak ve politika üretmek için konunun muhataplarına kolaylık sağlamaktadır.
Güncel Araştırmaların Doğurganlık Hakkındaki Bulguları
Nüfus konusu etrafında birçok alt konudan biri olan doğurganlık hakkında çok sayıda araştırmanın yürütüldüğü bilinmektedir. Bu bağlamda en güncel denilebilecek araştırmalar arasında Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) eliyle yürütülen “Dünya Nüfusunun Durumu 2025 – Gerçek Doğurganlık Krizi: Değişen Bir Dünyada Üreme Yetkisinin Peşinde” başlıklı araştırma yer almaktadır.
Dünya nüfusunun yüzde 37’den fazlasını barındıran 14 ülke örnekleminde 14 binden fazla erkek ve kadın katılımcıdan çevrimiçi anketler aracılığıyla elde edilen cevaplara dayanan bu araştırma verilerinde azalan ve aşırı nüfus, azalan doğurganlık oranları, yaşlanma ve azalan genç yaş grubu ile ilişkili olarak daha az iş gücü gibi konular ön plana çıkmaktadır. Bu çalışmaya göre gebeliklerin yaklaşık olarak yarısının istenmediği görülmektedir. Bu durumla ilişkili olarak çocuk sahibi olmayı isteme ya da istememe yönünde doğurganlık beklentilerinin erkek ve kadın tarafından çok yüksek oranda gerçekleştirilemediği ortaya çıkmaktadır. Bir yanda istenmeyen gebelikler diğer yanda ise istenen ancak sahip olunamayan çocuk sayısına ilişkin ideal ve arzu edilen doğurganlığa eriş(e)mememin sorunları görünürlük kazanmaktadır. Yanı sıra üreme sağlığı hususunda dünya ölçeğinde önemli aşamalar kaydedilse de istenen seviyelere erişilemediği araştırma neticesinde ortaya çıkan bulgulardan olmaktadır.
Araştırmanın öne çıkan diğer bulgularına göre, her ülkede çoğunlukla en çok iki çocuk istenmektedir. Üreme çağındaki yetişkinlerin yüzde 18’i arzu ettikleri sayıda çocuğa sahip olamayacaklarını düşünmektedirler. 50 ve üzeri yaşa sahip olanların yüzde 31’lik kısmı ise arzu ettiklerinden daha az sayıda çocuğa sahip olduklarını beyan etmişlerdir. Katılımcıların yüzde 23’ü çocuk sahibi olmayı arzuladıklarını ancak bunu istedikleri bir zamanda gerçekleştiremedikleri için ilerleyen süreçte çocuk sahibi olma arzularından vazgeçtiklerini ifade etmişlerdir. Arzu edilen aile büyüklüğüne ulaşamamadaki sebepler arasında ekonomik faktörler araştırmada fazlasıyla öne çıkmaktadır. Ekonominin ardından yine ekonomi ile ilişkili biçimde işsizlik, iş güvencesizliği ve barınma sorunu katılımcılar tarafından dile getirilmiştir. Bu faktörlere ek olarak uygun bir eşin olmaması, ev işleri ve çocuk bakımına yeterince dâhil olunmaması, iş-aile-yaşam dengesinin dengeli bir biçimde eşler tarafından kurulamaması gibi etkenler katılımcılar tarafından ifade edilmiştir.
Doğurganlığın azalmasının ana sebeplerinin ve arttırılması için alınacak tedbirlerin en başında gelen ekonomik unsurların doğurganlığa etkisi her ülke için aynı etkilere sebep ol(a)mamaktadır. Öyle ki, demografik dönüşümünü tamamlamış, görece yaşlı, refah düzeyi yüksek ülkelerdeki ekonomik imkânlar çocuk sahibi olmanın asli destekçisi gibi gözükmemektedir. Birçok kaynakta gösterildiği üzere İskandinav ülkelerinde yüksek refah düzeyine sahip olunsa da nüfusun diri kalabilmesinde doğurganlıktan çok göçlerin etkili olduğu görülmektedir. Danimarka’nın son yıllarda doğurganlığı arttırmaya yönelik yoğun bir politika gayreti[i] olsa da Danimarka İstatistik Kurumu’nun (Statistic Denmark) verilerine göre, 1984’te 1,40’tan 2008’de 1,88’e ulaşan toplam doğurganlık hızı, azalış ve yükselişlerle birlikte 2024 yılı sonu itibariyle 1,46 olmuştur.
Kaynak: Statistic Denmark
Kişi başına gelir düzeyi düşük, toplumsal güven, ekonomi ve adalet algısı geride ve gelişmişlik endekslerine göre daha alt sıralarda olan ülkelerin nüfusları artış eğilimlerini sürdürürken gelişmiş olarak tarif edilen ülkelerdeki ekonomik imkanlar doğurganlığın arttırılmasında etkili olamamaktadır. Bu duruma ilişkin olarak ABD’de National Bureau of Economic Research (Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu) bünyesinde gerçekleştirilen “Yüksek Gelirli Ülkelerde Doğurganlık Neden Bu Kadar Düşük?” başlıklı çalışma metninin sonuçlarına göre, doğurganlığın azalmasında birçok araştırmada sıklıkla ve öncelikli olarak ekonomik faktörler öne sürülse de çiftlerin zaman, para ve enerjilerini kullanmada “değişen önceliklerin” ön plana çıktığı, maddi ve maddi olmayan unsurların karmaşık etkilerinin çocuk sahibi olmaya engel teşkil ettiği ortaya çıkmaktadır. Çalışmada, doğurganlığın hemen hemen tüm yüksek gelirli ülkelerde (örneğin ABD, Kanada, Japonya, Hollanda, Norveç ve Portekiz) tarihsel olarak düşük seviyelerde olduğu bulgulanmaktadır.
Türkiye’de Doğurganlığın Arttırılmasına İlişkin Olarak Yapılabilecekler
Doğurganlığın önünde engel teşkil eden en önemli unsurun ekonomik faktörler olduğu gerçeği birçok ülke için hala geçerliliğini korumaktadır. Gelişmişlik düzeyi yüksek olan ve doğurganlığın arttırılmasında ekonomik hamlelerini tüketmiş olan ülkeler için ekonomi dışındaki faktörlerin çocuk sahibi olma yönündeki arzulara daha fazla etki ettiği görülmektedir. Gelişmişlik düzeyi yüksek olmayan yahut gelişmekte ülke olarak tasnif edilen uluslar için ise doğurganlığın arttırılmasındaki ekonomik destekler belirli süreler için işlevini koruyacaktır. Ancak bu türden yardım, teşvik, destek ve benzeri mekanizmalar ülke içindeki gelir dağılımı, doğurganlık eğilimleri, sosyo-ekonomik yapı, iş-aile-yaşam dengesi gibi bileşenler dikkate alınarak hesap edilerek politikalar oluşturulmalıdır. Aksi takdirde bütçeden harcaması yapılan ancak amaçların gerçekleşmesini sağlayamayan politikaların varlığı söz konusu olacaktır. Öyle ki, ekonomik yardımlar ile daha fazla sayıda çocuk sahibi olabilecek çiftlere daha fazla kaynak ayrılabilecekken bu kaynaklar daha az sayıda çocuk sahibi olanlara ayrılarak dengesiz ve verimsiz bir hizmet politikası meydana gelebilecektir.
Bu bağlamda Türkiye’de de toplam doğurganlık hızı ve doğum sayıları arttırılmak isteniyorsa öncelikli olarak Türkiye geneli için belirli sıklıklarda yapılabilecek kapsamlı demografik araştırmalar tasarlanmalıdır. Öncelikli olarak doğurganlığa ilişkin eğilimler çok boyutlu bir şekilde tespit edilerek belirli aralıklarla “nüfusun barometresi” çıkarılabilmelidir. “Aile ve Nüfus 10 Yılı” kapsamında hayata geçirilen Nüfus Politikaları Kurulu, Aile ve Gençlik Fonu, doğum yardımlarının arttırılması, yarım zamanlı çalışma yönetmeliği, kreş ve bakımevi destekleri ve birçok hizmetin işler ve amaca matuf olabilmesi için verimli, güncel, dinamik ve sürdürülebilir bir nüfus politikasına ihtiyaç vardır.
Türkiye, doğurganlığın arttırılması ile nüfusunu diri tutabilme imkânına halihazırda sahip bir ülke olarak ekonomik hamlelerini çeşitlendirilebilir. Ekonomik varlıkların daha verimli kullanılabilmesi için nüfusun diri tutulabilmesi adına yapılabilecek politikaların planlamasında maddi ve maddi olmayan unsurların belirlenebilmesi ve hangi ihtiyacın hangi kesimler tarafından talep edildiğinin tespiti bir hayli önemlidir. Çünkü ülke içinde aynı sosyo-ekonomik, kültürel ve benzeri özelliklere sahip olmayan insanların varlığı düşünüldüğünde hangi türden politikanın çocuk sahibi olmayı teşvik edeceği öngörülemeyecektir. Bunun üstesinden gelebilmek için ise doğurganlık artışının önündeki sosyal psikolojik engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik politikaların üretilmesi elzemdir.
Geleneksel ve yeni medya araçlarında, kamu kurum ve kuruluşlarının internet sitelerinde, sosyal medya hesapları ve benzerlerinde nüfusun arttırılmasına yönelik içeriklerin yaygın dolaşımı çok önemlidir. Bunların yanı sıra genel olarak toplumsal güven, adalet, ekonomi ve benzeri unsurlara dair ümitsizliği ortadan kaldıracak her türlü tedbirin alınması mühimdir. “Bu dünyaya çocuk mu getirilir!” türünden sosyal kısırlık (infertility) çerçevesinde değerlendirilebilecek “gönüllü çocuksuzluk” bilincinin aşılması, Türkiye için önemli bir aşamadır. Bu aşamayı geçebilmenin tek şartı ekonomik faktörlere dayanmamaktadır. Çünkü tüm dünyada nüfusların azaldığı, duraksadığı ve artmadığı bir zeminde doğurganlığı güvenilir ve sürdürülebilir bir şekilde arttırabilecek tek bir politika yolu bulunmamaktadır.