2019 sonunda, daha küresel virüs salgını yaşanmamışken, küresel borç sarmalı, o tarihte ‘rekor’ manşetlerinin atıldığı bir seviye olarak 255 trilyon dolara ulaşmıştı. Kimse, 2020 başından 2025 yılının ilk çeyreği sonuna küresel borç girdabının 70 trilyon dolar daha artmasını beklemiyordu. Küresel virüs salgını tek başına 50 trilyon dolarlık bir küresel borç sıçramasına sebep oldu. Son iki yıl üzerine bir 20 trilyon dolar daha eklenmiş durumda. 2025’in ilk çeyreği sonu itibariyle 324 trilyon dolara dayanmış küresel borç sarmalı, bir dizi risk ve tehdidi de beraberinde getirmekte. En temel risk küresel borç sarmalının yönetimi ve borçların servisi. Bu temel sorunun yönetimi küresel büyüme hızının da kabul edilebilir düzeyde olmasını gerektiriyor. Oysa, dünya ekonomisi için yüzde 2,8 ile 3,2 arasında büyüme oranı tahminleri bıçak sırtı bir dengede küresel borç servisinin yönetildiğini göstermekte.
Küresel borç yükünün küresel GSYH’ya oranı bugün itibariyle yüzde 295 ile 300 arası bir seviyede. Küresel virüs salgınının en ağır darbeyi vurduğu 2020 sonunda yüzde 333 idi. Sonrasında küresel GSYH büyümesi toparlanınca oran yüzde 300’e geriledi. Bununla birlikte, küresel GSYH’nın 3 katı bir borç yükünü konuşuyoruz. Oranın yüksek olmasında en ağır sorumluluk gelişmiş ekonomilerde. Gelişmekte olan ekonomilerden daha ağır bir borç yükü taşıyorlar. Buna rağmen, 20 ile 30 yıl vadeli tahville borçlanmaya güveniyorlardı. Şimdi, gelişmiş ekonomiler için de risk katlanmakta. Çünkü, tırmanan küresel jeopolitik ve jeoekonomik gerginlikler nedeniyle, gelişmiş ekonomilerin 20-30 yıl vadeli tahvillerine yeterli talep gelmiyor. Üstüne üstlük daha da pahalıya borçlanıyorlar. Son dönemde, Japonya‘nın 30 yıl vadeli tahvillerinde faiz artışı 0,5 puan, ABD ve Birleşik Krallık‘ın 0,3 puan, Almanya ve Avustralya 0,28 puan, Kanada 0,27 puan.
Gelişmiş ekonomilerin kamu bütçelerinde faiz harcamalarının payı ve mutlak büyüklüğünün ağırlaşmakta olması, bu ülkelerin son 40 yıldır dünya ekonomisinde ‘refah’ ülkeleri olarak algılanmalarına sebep olan sosyal devlet harcamalarını da fena vurmakta. Ne yazık ki, gelişmekte olan ekonomiler için de risk artmakta. Bir tarafta uluslararası derecelendirme kuruluşlarının tutumu, diğer tarafta gelişmekte olan ekonomilerin yatırım ihtiyaçları ve katlanan borçlanma ihtiyaçları nedeniyle, gelişmekte olan ekonomilerin de giderek daha pahalı borçlanmaları, son 10 yılda gelişmekte olan ekonomilerin borçlanma yükünün ikiye katlanarak, GSYH’larına oranla yüzde 210 gibi bir orana ulaşmasına sebep oldu. Pek çok gelişmekte olan ekonomide kamu faiz harcamalarının kamu gelirlerine oranı yüzde 50-60 düzeyinde. Türkiye ne mutlu ki, hem borç yükü, hem de borç servisi açısından nadir şanslı ülkeler arasında.
Küresel borç yükünün hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ekonomiler için risk oluşturacak şekilde katlanması, ‘üçüz dönüşüm’ü, yani yeşil ve temiz enerji dönüşümünü, dijital dönüşümü ve teknoloji dönüşümünü de tehdit ediyor. Oysa, önde gelen gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin ekonomide elde edilen tasarrufları öncelikle KOBİ’lerin ve şirketlerin küresel rekabetteki konumlarını güçlendirecek şekilde ‘üçüz dönüşüm’e yönlendirmeleri gerektirmekte. Küresel borç sarmalı, bir başka risk alanı olarak finansal istikrarı da tehdit etmekte. Küresel borç sarmalının sebep olduğu sonuçlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke tahvillerinin değerini de zedelediğinden, söz konusu tahvilleri portföyünde bulunduran önde gelen merkez bankalarını da, dünyanın önde gelen finans kurumlarının fon performanslarını da olumsuz yönde etkilemekte. Bu nedenle, bir tarafta jeopolitik tehdit, diğer tarafta tahvillerin değer kaybına yönelik tehditler, merkez bankaları ve uluslararası yatırımcıların artan bir tempoda ‘altın‘a yönelmeleri şaşırtıcı olmamalı.