Düvel-i Muazzama olarak adlandırılan sömürgeci Batılı güçlere karşı verilen İstiklal Harbi, sadece bir toprak savunması olmayıp İslam coğrafyası ile hilafet kurumunun bekası adına yürütülen ve İslam’ı merkeze alan bir mücadele olarak başlamıştır. Bu yönüyle Milli Mücadele askeri ve siyasi bir bağımsızlık savaşıyla birlikte ümmet bilincini diri tutan, dini aidiyetin mobilize edici rolünü göz ardı etmeyen bir İstiklal hareketi niteliği taşımaktadır.
Mustafa Kemal Paşa‘nın dindar biri olmadığı çeşitli konuşmalarında ve hatıralarında dile getirdiği ifadelerle açıkça bilinmektedir. Fakat buna rağmen dönemin toplumsal dokusunu ve halkın değer dünyasını göz ardı etmeden hareket ettiği; mücadelenin meşruiyet zeminini geniş kitleler nezdinde sağlayabilmek için İslam’ı merkeze alan bir söylem kurduğu da görülmektedir. Nitekim İstiklal Harbi’nin gayesi dönemin kamuoyuna çoğu zaman Halife’nin kurtarılması şeklinde sunulmuştur. Bu tutum hem içerideki dini duyarlılığa hem de hilafet makamına bağlı olan İslam dünyasına yönelik bir diplomatik mesaj niteliği taşımıştır.
İslam’ın Türkiye’deki Kurucu Rolü
Savaşın başarıyla sonuçlanmasının ardından 1921 Anayasası ile birlikte yeni kurulan devletin meşruiyetinin kaynağı halk olarak belirlenmiş; “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” ilkesi benimsenmiştir. Söz konusu halk egemenliği anlayışı İslami referanslarla örtüşen ve birbirini dışlamayan bir yapıda sunulmuştur. Osmanlı Devleti‘nin son dönemindeki Meşrutiyet Meclisi‘nde yer alan gayrimüslim vekillerin etkisiyle dini sembollerin çok sınırlı düzeyde yer aldığı görülürken; 23 Nisan 1920’de açılan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Meşrutiyet Meclisi’nin tam aksine dini sembolizmle örülü bir siyasal atmosferde faaliyete geçmiştir.
Meclisin açılışı Cuma gününe denk getirilmiş; bu özel gün hatim ve dualarla, kurbanlar kesilerek, adeta bir dini merasim havasında gerçekleştirilmiştir. Meclis başkanlık kürsüsünün arkasına yerleştirilen Şûrâ Suresi’nin 38. ayet-i kerimesine (“Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler”) ait levha siyasal egemenliğin dayandığı ilahi ilkeye atıf niteliğindedir. Meclis binasının dış cephesine asılan sancak-ı şerif ve diğer dini semboller de bu dini atmosferi pekiştirmiştir. Bununla birlikte meclisteki milletvekilleri arasında medrese ve tekke kökenli isimlerin ağırlıkta olması o dönemin sosyopolitik tablosunu net biçimde yansıtmaktadır. Mecliste, Şeyhülislâmlığın Ankara’daki yansıması olarak görev yapan Şer’iye ve Evkaf Vekaleti yalnızca sembolik bir figür olmayıp dini işlerin yönetiminden ve İslami mirasın korunmasından doğrudan sorumlu bir kurumdur. Meclis içerisinde yer alan Şer’iye Encümeni çıkarılan kanunların şeriata uygunluğunu denetlemekle yetkiliydi. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletin yapısında İslam’ın kurumsal bir yerinin olduğunu açıkça göstermektedir.
29 Ekim 1923’te, 1921 Anayasası’na yapılan değişiklikle ilk maddede devletin yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğu belirtilmiş, ardından gelen ikinci maddede ise ‘Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslam’dır’ ifadesine yer verilmiş ve bu hüküm olduğu gibi 1924 Anayasası’na da aktarılmıştır. Bu hüküm Cumhuriyet’in ilk yıllarında anayasal düzeyde bir İslam devleti karakteri taşıdığını göstermektedir. Aynı anayasanın 26. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni “ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” yani şer’i hükümlerin uygulanmasından sorumlu kılmaktaydı. Bu görev tanımı, meclisin yasama faaliyetlerinin dini esaslara uygunluğunu sağlama amacı taşıyordu.
Ayrıca Anayasa’nın 38. maddesi Reisicumhur’un (Cumhurbaşkanı’nın) yemin metninde dini referanslara genişçe yer vermekteydi. Cumhurbaşkanı şu şekilde yemin etmekle yükümlüydü: “Reisicumhur sıfatı ile Cumhuriyetin kanunlarına ve hâkimiyet-i milliyye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk milletinin saadetine sadıkane ve bütün kuvvetimle sarf-ı mesai, Türk devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemal-i şiddetle men, Türkiye’nin şan ve şerefini vikaye ve ilaya ve deruhde ettiğim vazifenin icabatına hasr-ı nefs etmekten ayrılmayacağıma vallahi.” Milletvekillerinin de benzer şekilde “Vallahi” diyerek yemin etmeleri zorunlu kılınmış ve bu yemin tarzı devletin kurucu iradesinde dinin hâlâ ne derece merkezi olduğunu göstermiştir.
İslamofobi mi Yoksa Bilinçli Düşmanlık mı?
Türkiye’de İslam hem tarihsel hem de toplumsal düzeyde bir kurucu unsur olduğu görülmesine rağmen modern dönemde bazı çevreler tarafından sistematik biçimde dışlanan ve zaman zaman açıkça hedef alınan bir değer haline gelmiştir. Yakın dönemde Leman dergisinde yayımlanan bir karikatür, İTÜ’de bir grup öğrencinin ayet-i kerime içeren bir pankarta müdahalesi ve bazı imam hatip ortaokulu öğrencilerinin lise giriş sınavındaki başarılarına yönelik karalama ve iftira kampanyaları dini değerlere yönelik düşmanlık eğiliminin güncel ve çarpıcı örnekleri olarak kamuoyunun gündemine gelmiştir. Bu tarz eylemler, dini sembolleri ve başarıları küçümsemeyi, alaya almayı ve marjinalleştirmeyi amaçlayan bilinçli ve saldırgan yaklaşımlar olarak değerlendirilmelidir.
Bu tür tutumlar kamuoyunda çoğunlukla “İslamofobi” kavramı ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Lakin burada kavramsal düzeyde ciddi bir belirsizlik ve yetersizlik mevcuttur. Zira İslamofobi, Batı literatüründe İslam dinine, Müslüman bireylere ve İslami değerlere karşı duyulan önyargı, korku, nefret veya ayrımcılık şeklinde tanımlanan geniş kapsamlı bir olguyu ifade etmektedir. Bu tanım ilk bakışta kapsayıcı gibi görünse de çoğu zaman İslam’ı “potansiyel bir tehdit” olarak konumlandıran Batı merkezli kültürel ve politik önyargılarla iç içe geçmiş bir anlayışı meşrulaştırma riski taşımaktadır.
İslamofobi kavramı farkında olunmadan ya da dolaylı biçimde İslam dinini problemli, tehlikeli ya da irrasyonel bir inanç sistemi gibi göstermeye yatkın bir söylemsel zemine sahiptir. Bu durum İslam’ın hakikat iddiasını, kemal anlayışını ve ilahi mesajını gölgeleyerek dini salt bireysel bir inanç tercihine indirgeme yönünde bir anlam daralmasına yol açmaktadır. Halbuki İslam, Müslümanlar açısından ilahi kaynaklı, eksiksiz ve kemale erdirilmiş bir dindir. Bu nedenle İslam’a yöneltilen her türden sistematik saldırı ve küçültücü söylem sadece bir önyargı ya da korku ifadesi olarak değil; doğrudan bir ideolojik saldırı yani düşmanlık olarak değerlendirilmelidir.
Bu tür bilinçli ve organize söylem ve eylemleri bir tek “İslamofobi” kavramı üzerinden tanımlamak eksik ve hatta yanıltıcıdır. Bugün özellikle medya, sanat ve akademi gibi kamusal alanlarda karşılaşılan bazı tutumlar, “fobi” gibi edilgen ve irrasyonel bir tepki olmaktan ziyade planlı, hesaplı ve düşmanca bir stratejinin parçası olarak şekillenmektedir. Bu durum kavramsal düzeyde “İslam düşmanlığı” (Islam-enemy) şeklinde isimlendirilmeli ve analiz edilmelidir. Zira burada söz konusu olan bireysel bilinçdışı korkular değil; bilinçli olarak inşa edilen bir karşıtlık söylemidir.
İslam düşmanlığı çoğu zaman sekülerlik, sanat özgürlüğü ya da eleştirel düşünce gibi meşru görünen kavramların ardına saklanarak dini değerlerin kamusal temsiline doğrudan saldıran bir mahiyet kazanmaktadır. Bu saldırılar kimi zaman sembolik düzeyde kalmayıp Müslümanların kamusal alandaki varlıklarına, sosyal temsillerine ve din temelli söylemlerine karşı sistematik bir ayrımcılığın kapısını aralamaktadır.
Türkiye gibi İslam’ın köklerinin derin olduğu bir ülkede bu tür yaklaşımlar yalnızca ifade özgürlüğü ya da hoşgörüsüzlük sorunu olarak ele alınamaz. Bu durum aynı zamanda toplumsal barışı tehdit eden ve ortak değerler etrafında kurulan birlikte yaşama iradesini örseleyen bir ayrımcılık biçimidir. Bu nedenle söz konusu düşmanca eğilimlere karşı kurumsal, kültürel ve entelektüel düzeyde daha net bir tutum alınması gerekmektedir. Aksi hâlde dini değerlere yönelik sistematik saldırılar olağanlaştırılacak ve kamusal alanın sekülerleşmesi adı altında dinin ve dindarların görünürlüğü sistematik biçimde sınırlandırılacaktır.