Bir Ankaralı olarak İstanbul‘da depreme yakalanmak, sanırım kaderdi. Haber amaçlı görüşme ve TV programı vesilesiyle İstanbul’da idim. Prensip olarak işim biter bitmez Ankara’ya dönmeyi tercih ediyorum. Gel gör ki… İstanbul- Ankara arasındaki uçak saatleri yeterince kolaylık sağlamıyor… Gece yarısını bir hayli geçen saatteki uçak seferleri, ertesi güne başlamayı güçleştirdiği için mecburen İstanbul’da konaklamak gerekiyor. İçimde hep o hisle ve tedirgin yatıyorum. “Ya İstanbul’da depreme yakalanırsam” endişesi nedense zihnimden çıkmıyor. Çocukluğum Adapazarı‘nda geçtiği için depremin o şok edici anları sanırım hafızamda kayıtlı kalmış. Düzce depremini de babamlar bizzat yaşadılar…
İlk anda ne yapacağını bilememe hali. Zangır zangır titreyen bina. Hızla sallanan avizeler, büfeden devrilen eşyalar, beton ile camın birbirine sürtmesinin yol açtığı dehşet verici o ses!
Sarsıntıyı ilk hissettiğimde Silivri açıklarındaki depremin artçısı diye düşündüm, telaş etmedim. Sonra, bulunduğumuz binanın altından gelen sesle birlikte o asap bozucu, sinirleri alt üst eden titreşim ve zangırdama başladı. O saniye dairenin kolon ve kirişlerine baktım. Patlama, çatlama, sıva dökülmesi yoktu. Şükür sağlamdı…
23 Nisan ya…
Çocuklar da bizimleydi ve güya İstanbul’un tadını çıkaracaklardı. Maalesef deprem gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalınca çok paniklediler. Allah’tan Zerafet (Özkan) Teyzemiz, ikisini de kollarının altına alıp, sakinleştirdi… Bizimkiler, “Dışarı çıkalım, hemen Ankara’ya dönelim!” dediler. Haklılardı… Hepimizde 6 Şubat Kahramanmaraş depreminin derin izleri vardı. Ben, depremin 2. günü Maraş‘a gittiğimde ortalık adeta savaş alanı gibiydi. Üç gün sonra gördüğümüz Hatay’da ise enkaz başında bekleyen o vatandaşın, sadece yakınlarının cenazesinin çıkarılmasını istemesi ise unutulmazdı! Naaşa ulaşmak ve defnedebilmek bile onlar için çok şey ifade ediyordu. Sonraki haftalarda da deprem illerine gittim. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum‘un konteynır kentler kurulması, yeni yerleşim alanları için sağlam zeminli araziler seçme çabasına yerinde ve yanında tanık oldum. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın, depremzede vatandaşların bir an önce güvenli konutlara taşınabilmesi için “seferberlik ilân etmesinin” ne kadar doğru ve basiretli bir karar olduğunu yerinde müşahede ettim.
Tekrar İstanbul’a dönecek olursak…
Benim gözlemlediğim insanlar, bir depremin er ya da geç geleceğinin farkındaydılar. Ama yine de hepsinin yüzü sapsarı kesilmişti. Allah korudu, yıkım olmadı. “Deprem değil, çürük bina öldürür” gerçeği bir kez daha ispatlandı. İnsanlar; parklara, sahile, açık alanlara sel gibi aktılar. Ara sokaklarda trafik kilitlendi. Caddelere ulaşmak imkânsız hal aldı. İster istemez telefonlara yüklenildi. Ya arayan ya aranıp sorulanlar nedeniyle iletişim tekledi. Yine de pek çok kişi bir diğerini “kısa konuşalım” diye uyarma bilincini sergiledi. Türk Telekom proaktif bilgilendirme yaparak, abonelerini internet tabanlı iletişimin kullanılmasına yönlendirdi.
Allah muhafaza yıkım olsaydı… Sağ çıkanlar nereye gideceğini bilemez halde olacak. Yaralılar bir sağlık merkezine ulaştırılamayacaktı. Hele hele o daracık sokaklarda, birbirine yaslanmış binaların bir ikisi çökse, iddia ediyorum oralara haftalarca yardım götürülemezdi!
Öte yandan Marmaray ve metro sistemi çok iyi işledi. Hava trafiği aksaksız sürdü. Siyasetten bağımsız olarak söylüyorum, hakikaten AK Parti döneminde, toplu ulaşım ve altyapı adına İstanbul’a hayati yatırımlar yapılmış. Emeği geçenlere şükranlarımızı iletmek bir insanlık borcu.
Ve nihayet… Depremin Silivri önlerinde Marmara Denizi’nde yaşanması da manidardı. Belki de depreme hazırlığı ihmal edenlere mesajdı!