Binbir Gece Masalları’nı Avrupa’ya tanıtan Antoine Galland’ın gözünden… Edirne’de çok renkli kurban bayramı alayı

Binbir Gece Masalları’nı Avrupa’ya tanıtan Antoine Galland’ın gözünden… Edirne’de çok renkli kurban bayramı alayı
A+
A-


Padişahlar, bayramlarda devlet adamlarıyla birlikte camiye gidip bayram namazı kıldıktan sonra aynı düzen içerisinde saraya geri dönerlerdi. Bayram namazı için yapılan bu gidiş-dönüşe “bayram alayı” denirdi. Binbir Gece Masalları’nı Avrupa’ya tanıtan Fransız şarkiyatçı Antoine Galland, 1672’de Edirne’deki Kurban Bayramı alayını çok renkli bir şekilde anlatır

Fransız şarkiyatçı Antoine Galland (1646- 1715), Fransa’nın İstanbul büyükelçiliğine tayin edilen Nointel’in özel kâtibi olarak 22 Ekim 1670 tarihinde İstanbul’a geldi. 1675’te Paris’e döndü. 1672-1673 yıllarına ait “İstanbul’a Ait Günlük Hatıraları”nı kaleme aldı. Galland notlarında bayram törenlerinin en muhteşem görüntülerinin yer aldığı IV. Mehmed’in 1672 yılına ait Edirne‘deki Kurban Bayramı alayını teferruatlı olarak anlatır. Nahit Sırrı Örik’in tercümesinden naklediyoruz:

YENİÇERİLERDE SİLAH YOKTU

8 Nisan Cuma:
Akşama doğru saraydan birkaç parça top attılar ki, bu ertesi günü başlayan bayramın bildirilmesiydi.

9 Nisan 1672 Cumartesi: Türklerin bugün tesid etmekte bulundukları bayram münasebetiyle padişahın namaz kılmak üzere camiye gidişini görmek için büyükelçi sabahleyin atla Edirne’ye gitmeyi ihmal etmedi. Bana gelince, ben de ekselansın maiyetinden birkaç kişiyle birlikte güneşin doğmasından yarım saat sonra yaya olarak gittim. Sultan Selim (Selimiye) Camii’ne varınca, orada sokağın iki cihetine, başlarında büyük merasim kavuklarıyla, fakat hiçbir silahları, hatta ellerinde bir değnekleri bulunmaksızın iki dizi halinde yer almış yeniçerilerle karşılaştık.

Birbirlerine hayli yakın, pek büyük bir sükûnet ve majestenin askerleri arasında tasavvuru müşkül bir tevazu içindeydiler. Muayyen mesafelerde ellerinde emir işareti teşkil eden birer değnek olan ve öteki yeniçerilerin kavuklarından farklı olmak üzere kavuklarının kenarlarını çevreleyen bir altın işlemeden ayrıca bellerinde de fevkalade geniş birer ipek kumaş bulunan odabaşıları görülüyordu.

Caminin biraz altında, padişahın geçeceği sokağa girdik, bu sokağın ortasına iki iç ayak genişliğinde kum dökülmüştü. Yeniçeriler arasından bu yolu geçtik ve saray bahçesinden geçen dereyi örten köprüye kadar en küçük bir hakarete uğramaksızın yürüdük. Henüz pek ilerlememiş bulunduğumuz bir sırada, padişahın elinin öpülmesi merasiminden atla olarak avdet etmekte bulunan Tataristan prensine tesadüf ettik. Kendisini tekrim için verilmiş kaftan önünden götürülüyordu.



IV. Mehmed’in bir alayı.

SARIKLARI FEVKALADE BÜYÜKTÜ

Bu tesadüften, alayın başladığını anladık, adımlarımızı daha sıklaştırdık ve geçen sene ekselansın oturduğu dükkânda yer alışımızdan vezirlerin muvasalatlarına kadar geçit hayli fasılalı bir şekilde olsa bile devam etti. Geçen ilk mühim şahsiyetler sarıklarının fevkalade büyüklüğü ve kavuklarının ancak kendilerine mahsus şekilleriyle tanınan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ve “nakibüleşraf” oldu. Nakibüleşrafın Hz. Muhammed’in soyuna mensup bulunması hasebiyle büyük bir yeşil sarığı vardı ve caminin dört imamı bu üç zatla birlikte yürüyorlardı. Kendilerinin de sarıkları iri ve kazaskerlerin sarıklarının koldan iri burmalarına karşı hesapsız ince hurmalarla kıvrılmıştı. Kanun ve din adamları olmak sıfatıyla ehemmiyetlerine rağmen de halleri gayet mütevazıydı.

Bunlardan sonra ve büyük bir fasılayı müteakip, defterdar ile nişancı her ikisi de maiyetleriyle birlikte geçtiler ve müftü kendilerini takiben görünmekte gecikmedi; kendisi baştan ayağa kadar beyaz saten giymiş olup başında fevkalade büyüklükte bir sarık vardı. Arabasına, belki müptela bulunduğu damla illetinden dolayı boylu boyunca uzanmıştı. Müftü alayı takip etmedi, zatışahaneye hürmetlerini arz etmiş olmakla iktifa ederek köprü inişi evine dönmek üzere sol tarafa saptı.

Sayıları az alan çavuşlar asa ve mücevvezeleri (bir cins kavuk), müteferrikalar ise mücevvezeleri ve muhtelif renkteki saten kaftanları ile kapıcıbaşıları takip ettiler. Güzel atlara binmiş ve muhtelif renkle kadife ceketler giymiş olup başlarında büyük sorguçlu kavuklar bulunan çorbacılar, müteferrikalardan sonra geliyorlardı. Başında diğerlerininkinden farklı bir sorguç bulunan yeniçeriler samsoncubaşısı da bunları takip ediyordu ve ellerinde kendilerine birer ceket yapmaları için verilmiş olan kumaşlar bulunan bazı yeniçeriler onunla beraber yürüyorlardı.

Kâhya Bey de (sadaret kethüdası) az sonra göründü. Çorbacılar gibi giyinmişti ve ne sarığı ne de sorgucu, çorbacılarınkinden pek farklı değildi, fakat kendisini kütle halinde ihata eden daha kalabalık bir yeniçeri maiyetine malik ve kendisine vücutlarından yarısını bir hayli eğerek selam veren yeniçerilerin saflarını selamlamak için üzerinde sorguç bulunan başını sırayla sağa ve sola çevirmesini görmek güzel bir şeydi.



20. yüzyılın başlarında törenle kurban kesimi.

SAMUR KAFTAN GİYMİŞLERDİ

Yeniçeri ağası ondan sonra geliyordu. Etrafında bulunan yeniçerilerin büyük sayıda oluşlarından ayrıca, önünde yürüyen on yahut on iki solağı vardı ve bunlar muhtelif renkte satenden hırkalar giymiş olup başlarında çorbacılar gibi büyük sorguçlar mevcuttu. Ağanın başında sorguçlu bir kavuk değil, fakat evvelce tevcih edilen bir paşalıktan dolayı büyük bir mücevveze bulunuyordu.

Edirne Kaymakamı Mustafa Paşa ile vezirlerden İbrahim Paşa, maiyetleri ve şatırlarıyla birlikte beraber ilerliyorlardı ve beygirlerinin takımları mükellef olduğu gibi sırtlarında da güzel birer samur hırka vardı. Kendilerinden sonra, sadrazam sırtında içi samur bir kaftan ve kaftanın içinde aynı renkte bir hırka olup mükellef takımlı bir ata binmiş bulunduğu ve yanında padişahın gözdesi musahip paşa olduğu hâlde, büyük bir ihtişam içinde ve mutadı veçhile büyük bir ciddiyet edası ile ilerliyordu. Düşmüş yaprak renginde saten elbise giymiş olan sekiz yahut on şatır önünde tek bir sıra halinde yürüyorlardı.

Musahip paşanın ise koyu kırmızı kadife giymiş olarak aynı nizamla yürüyen aynı sayıda şatırı mevcut bulunuyordu. Hepsi ortanın üzeri boya malik bulunan bu şatır veya gidiş hademesi, efendilerinin alayına büyük bir şaşaa veriyorlardı. Bundan sonra, küçük bir balıkçıl tüyü ile müzeyyen sorguçlu ve gümüş serpuşlu, bir yay ve oklarla dolu birer kuburluk taşıyan peykler geliyordu, kendilerine daha çok cazibe veren şey de garip kıyafetleriydi. Elbiseleri, içi yeşil yahut mor veya kırmızımsı sarı renginde gümüş ve altın işlemeli ipektendi ve başlarında birkaç zabit yürüyordu. İçlerinden on veya on iki kadarı yan yana yürüyorlar, öndekiler yalnız ilerliyorlardı, fakat kendilerinden sonra diğer iki sıra solak birbirlerine karışmış olarak ilerlemekteydiler.



I. Abdülhamid’in bayram alayı.

GÜMÜŞİ AT ÜZERİNDE PADİŞAH

Bu çift sıra, padişahın görünüşüne kadar devam etti ve solakların ortasında at üstünde bulunan dokuz çavuş, elleriyle her biri üzerlerinde muhtelif taşlar kakılmış bulunan ağır haşalı (eyerle atın sırtı arasına konan örtü) birer at… İlk üç atın haşasının işlemelerinde inciler mevcuttu. Bunları takip eden üç at haşasının eteklerinde elmaslar ve başka taşlar olup son üç atın haşaları da gayet ağır altın işlemeliydi. Yanlarda yay ve oklarından gayrı her biri yaldızlı gümüş birer balta taşıyan peykler görülüyordu.

Solaklar ile peyklerin geçişlerinin pek hoş bir manzara teşkil eden uzun zincirinden sonra, padişah göründü. Kendisini ağır ağır taşıyan fevkalade güzel gümüşi renkte bir ata binmişti, iki şatır da beyaz satenden gayet güzel hırkasının yenini çevirmiş bulunduklarından, içine kaplanmış güzel samurla üzerlerinde altın ve gümüş işlemeli ve mücevherden büyük kopçalar olan eteği görülüyordu; içi samur kaplı başka bir etekliği ve onun altında yeşil renkte bir hırkası vardı.

Sarığı geçen yıl gördüğüm sarığından hiç farklı değildi. Geçen yıl olduğu gibi alnının üzerinde fevkalade irilikte bir firuze ile bağlanmış tüyler ve her iki tarafta ayrıca birer tutam balıkçıl kuşu tüyü vardı. Çehresine gelince, bana geçen yıl gördüğümden daha dolgun gibi geldi. Hatta daha da neşeliydi. Daima esmer teni ise Anadolu Türklerinin rengiydi. Merasime mahsus sarığı ile kını ve kabzası altına nakşolmuş küçük yakutlarla tamamen kaplı kılıcını taşıyan “silahdar” ve onunla yan yana yürüyen “çuhadar”, arkasından ilerliyorlardı.

Bunların kalpaklarının şekli oldukça garipti. Kendilerinden sonra iki kızlar ağası, yani siyah haremağaları ile beyaz harem ağalarının başları, siyah hadım, beyaz hadımın sonundan gelmek üzere, ilerlemekteydiler. Siyah haremağasının başında murabba biçiminde bir kavuk vardı; beyazınkinin başında ise alelade bir mücevveze bulunuyordu. Arkalarından kendilerini atla sürü halinde takip eden bazı Türkler gelmekte idi. Padişah bu nizamla Sultan Selim Camii’ne kadar gitti.

17 KİŞİ PADİŞAHIN HUZURUNDA MÜSLÜMAN OLDU

Sultan Selim Camii’nin kapısında Rum ve Ermeni olmak üzere 11 erkek ile 3 kadın ve 3 çocuk İslamlığa kabul edilmelerini zatışahaneden dilediler ve bunu erkekler başlarını açmak ve külahlarını yere atmak suretiyle yaptılar. Padişah isteklerini başını hafifçe eğmek suretiyle kabul etti. Kaldı ki, bunların cümlesi fevkalade fakir kimselerdi.

Zatışahane attan indikten sonra caminin bir imamı tarafından bir ibadet mahalline götürüldü ve buraya bir küçük kapıdan girdiği gibi vezirlerle devlet ricalinden bir kısmı da kendisini takip ettiler. Bundan sonra dua edildi ve çavuşlar, müteferrikalar ve camiye girememiş olan daha birçok kimseler duayı eden ve bütün kuvvetiyle bağırmakta bulunan imamın bu duasını, daha iyi duyabilmeleri için dehliz altına ve avluya mahsus yayılmış bulunan halılar üstünde dinlediler.

Bu dua bittikten sonra, zatışahanenin huzurunda, bir çeyrek saat, hatta daha çok devam eden bir vaaz oldu. Az kalsın nakletmeyi unutuyordum: Camiye gelmek üzere padişahın sarayda ata bindiği sırada keyfiyeti haber vermek için davullar ve nefirler çalındı ve bizim kendisine bakmak üzere durduğumuz köprü sonunda, etrafında bir çavuş bulunan “selam çavuşu”, o geçerken selam sözlerini bağırdı, bunu da zatışahaneyi selamlamak üzere gayet derinden eğilerek bir duada bulunan yeniçerilerin karışık mırıltısı takip etti. Hatta, oldukça uzun müddet terennüm eden bir derviş heyeti vardı.

Camiye girmek üzere attan indiği ve her şey bittikten sonra tekrar ata bindiği zaman, padişah aynı şekilde selamlandı. Camiden çıkışında padişahı kaymakam ile çavuşbaşı binek taşına kadar götürdüler, binek taşına bastıktan sonra da sadrazamın ve bütün saray adamlarının huzurunda, padişah ağır cüssesinden beklenmeyecek bir hafiflikte ata bindi, ötekiler de ancak kendisinden sonra ve doğrusunu söylemek lazımsa oldukça karışık bir şekilde atlara bindiler, fakat böyle bir vaziyette bu karışıklığı önlemek pek güçtür. Şahsen, camide geçen bütün bu ahvalin şahidi olmadım, fakat bunları hazır bulunan Kudüs tarikatı komiseri pederin ağzından dinledim.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.