“Sevgili Vatandaşlar, bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır…” Bu sözlerle 27 Mayıs 1960 sabahı radyoları başındaki milyonlara Cumhuriyet tarihinin ilk askerî darbesi ilan ediliyordu. “Yurtta sulh, cihanda sulh” vurgusuyla meşrulaştırılmaya çalışılan bu bildiri, aynı zamanda, meydanlarda yankılanabilecek bir karşı sesin, halkın kolektif itirazının henüz doğmadığını da ilan ediyordu. Zira o gün Türkiye‘de seçim sandıkları vardı ama demokrasi için en az seçim sandıkları kadar elzem olan, gerektiğinde sandığın kutsiyetini savunacak millet iradesi henüz yerli yerine oturmamıştı.
Türkiye’nin modern siyasal serüveni, demokrasinin kurumsal tasarımı ile toplumsal kabul görmesi arasındaki gerilimi gösteren zengin bir laboratuvardır. 27 Mayıs 1960 Darbesiyle 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü arasındaki altmış altı yıllık zaman dilimi, toplumun demokrasiye dair kolektif algısının ve duyarlılığının kademeli dönüşümünü de temsil eder. 27 Mayıs ile 15 Temmuz’un biri başarılı olmuş, diğeri olamamış iki vesayet girişiminin birbirine zıt bu iki sonucunun ardındaki belirleyici etken, demokratik kültür dediğimiz karmaşık zihinsel ve davranışsal örüntünün toplumsal bağlamda olgunlaşma düzeyidir.
Kurumlara güvenme, seçimleri meşru iktidar değişim aracı olarak kabullenme, hak ihlallerine karşı millet iradesine sahip çıkabilme, kritik anlarda kamusal alanı sahiplenme gibi durumlar, bu olgunlaşma düzeyinin bir göstergesidir. Bu kültür yerleşmediğinde, tıpkı 27 Mayıs’ta ya da 12 Eylül‘de olduğu gibi Anayasa‘da yazılı demokratik haklar kâğıt üzerinde kalır, gerçeklik bambaşka bir hal alır. Bu kültür yerleştiğinde ise vesayetin her türlüsüne direnmeye hazır bir toplumsal irade ortaya çıkar.
Demokrat Parti‘nin 1950 seçim zaferi, Türkiye’de çok partili hayata geçişin ve rekabetçi sandık deneyiminin miladı olarak görülür. Ne var ki bu seçim, demokratik normların toplumsallaşması için gereken bir öğrenme dönemini başlatmakla birlikte, onu derinleştirecek kurumsal-toplumsal yapılanmaları henüz yaratamamıştı. Almond ve Verba‘nın meşhur “katılımcı siyasal kültür” kavramının gerektirdiği toplumsal zemin, henüz yeni filizlenmeye başlamıştı. Böyle bir bağlamda ordu, “Cumhuriyet’in kurucu misyonu” adına siyasal sürece doğrudan müdahaleyi meşru görebiliyor ve darbeyi planlayanlar seçilmiş hükümetin devrilmesinin ciddi toplumsal dirençle karşılaşmayacağını rahatlıkla öngörebiliyordu. Nitekim 27 Mayıs sabahı radyolardan okunan bildiri, geniş kitlelerce kaderci bir sessizlikle karşılandı. Sokaklarda asker dışında pek kimseyi görmek mümkün değildi. Böylece demokratik düzen bir gecede askıya alındı.
Darbenin ardından kabul edilen 1961 Anayasası bireysel hak ve özgürlükler bakımından ileri hükümler içerse de yine aynı anayasanın yarattığı vesayet kurumları sayesinde sivil-asker ilişkilerinde yeniden üretilen vesayetçi paradigma sonraki demokratik süreci hep kırılgan kıldı. On yıl sonra 12 Mart 1971 Muhtırası, ardından 12 Eylül 1980 Darbesi, demokratik kesintileri süreklileştiren bir döngü yarattı. Her askerî müdahale, yalnızca siyasal partileri değil sivil toplumu, sendikaları, dernekleri, öğrencileri, aslında bütün bir toplumun demokratik kurum ve kanallarını da bastırdı. Fakat paradoksal biçimde bu baskı, sonraki kuşaklarda demokratik kültürü elde tutulması gereken bir sivil kazanım olarak gören toplumsal hafızanın da mayasını oluşturdu. 28 Şubatlar, 27 Nisanlar bu toplumsal hafızayı giderek güçlendiren dönüm noktaları oldu.
Bu birikim, 15 Temmuz 2016 gecesi tarihi bir sınav verdi. Darbe girişimi haberleri henüz ortaya çıkmışken, özellikle sosyal medya üzerinden yayılan haberler ve toplumsal örgütlenme sayesinde darbe girişimine karşı bir seferberlik başlamış oldu. Toplumun her kesiminden vatandaşlarımız, demokrasinin ortak zeminini savunmak için köprülerde, havalimanlarında, meydanlarda toplanmaya başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın FaceTime bağlantısıyla yaptığı meydanlara çıkma çağrısı, bu kendiliğinden harekete, çok önemli bir ivme kazandırdı. O güne dek darbeleri sessizce kabullenmiş toplumsal hafıza, bu defa bizzat sokakta kendini var ederek yeni bir vesayet rejiminin ortaya çıkmasına engel oldu. Başta emniyet ve ordu olmak üzere devlet kurumlarının geniş kesimlerinin darbecilere boyun eğmemesi ve TBMM’nin bombalar altındaki oturumu, darbe girişimine karşı direncin diğer sacayaklarıydı. Fakat son kertede belirleyici olan, kolektif bilinçle sokaklarda birleşen halkın iradesiydi. Bu bakımdan Türkiye için 15 Temmuz, vesayet girişimlerine karşı hem kurumsal hem de toplumsal direncin kritik bir eşiği aşmasını temsil eder.
Türkiye’nin demokrasi serüveni ne mutlak bir başarının ne de umutsuz bir kısır döngünün öyküsüdür. Darbe bildirisinin radyodan okunduğu altmış yıl öncesinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi yaptığı “Milletimizi illerimizin meydanlarına, havalimanlarına davet ediyorum. Milletçe meydanlarda toplanalım; […] halkın gücünün üzerinde bir güç ben tanımadım bugüne kadar” şeklindeki çağrıya değin, Türkiye’nin demokrasi deneyimi bu iki sesleniş arasındaki mesafeyi kat ederek olgunlaştı. 27 Mayıs’ların toplumsal sessizliğinden 15 Temmuz’un sokaklarda vücut bulan seferberliğine uzanan çizgi, eğrisi doğrusu ile uzun süreli bir demokratik öğrenme sürecinin ürünüdür.
Çünkü demokrasinin gerçek sigortası, sandığa giderken hissettiğimiz aidiyet kadar sandık dışı yöntemlerle millet iradesini gasp etmeye çalışan vesayet odaklarına karşı millet olarak gösterdiğimiz güçlü ve sarsılmaz birlikteliktir. Sonuçta demokrasi kültürü, pusuda bekleyen tüm tehditlere karşı her zaman doğal bir koruma refleksine sahip değildir. Onu koruyan, bilfiil pratiğe dökülmüş bir toplumsal bilincin ve iradenin varlığıdır. Bu bilinç gelişirken toplum zamanla pasif seyirciliği reddetmeyi öğrenir. Demokrasi kültürü, meşru ve ortak akla dayanan birlikteliği ifade eden hayati bir edinimdir. Demokrasi ancak bu birliktelik ve sahiplenme kültürüyle genişler, derinleşir ve geleceğe güvenle yürür.