Yolsuzluk ve yozlaşma ile mücadele siyasetin en başat görevlerinden birisidir. Kamusal imkanların, gücün ve kaynakların etkin, verimli bir şekilde kullanımı; kamu hizmetlerinde kaliteyi, verimliliği beraberinde getirir.
Bu bakımdan seçilmiş veya atanmış, kamusal sorumluluk üstlenmiş tüm görevlilerin, görev ve yetki almış kişilerin açıklık, şeffaflık, hesap verebilirlik ilkelerini benimsemesi; doğruluk, dürüstlük prensibi çerçevesinde iş görmesi gerekir. Özellikle kullandığı kamusal güç ve kaynaklar noktasında yasal, ussal çizginin yanı sıra ahlaki ve vicdani bir duruşu da göstermesi gerekir…
Seçilmiş siyasetçi vasfı taşıyan, en büyük şehrimizin belediye başkanlığını yürüten, dünya üzerinde pek çok ülkenin, ülkemiz içinde de pek çok bakanlığın bütçesinden daha fazla bütçesi olan bir kişinin içine düştüğü yargısal sürecin partisi tarafından nasıl hızlı bir şekilde ‘siyasallaştırılmak ve perdelenmek’ istendiğini gördüğümüz, siyasal tarih içinde de hukuk tarihimiz içinde de yerini alacak ilginç günlerdeyiz.
Düşünün ki, bu kişi ile ilgili savcılık tarafından yapılan suç iddia ve isnatlarında “Suç örgütü kurmak ve yönetmek, suç örgütüne üye olmak, nitelikli dolandırıcılık, kişisel verileri ele geçirme ve menfaat karşılığı satma, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet almak, irtikâp içinde bulunmak” gibi önemli başlıklar yer alıyor… Bununla da kalmıyor, terör ile iç içe olmaktan soruşturma yürütülüyor… Daha öncesinde de yükseköğrenim diploması ile ilgili şaibeler, iddialar yürütülen soruşturmalar neticesinde vuzuha kavuşturuluyor ve diplomasına ilişkin tüm işlemler iptal ediliyor…
Normal şartlarda, adı bu kadar şaibe, skandal ve iddia ile anılan birisi ile ilgili ilk girişimlerin parti yönetimleri tarafından yapılması ve bu neviden siyasetçilerin hem parti bünyesinde, hem siyaset hayatında yer bulamaması için çaba gösterilmesi gerekirken eşi benzeri görülmedik bir ‘sahiplenilme’ sözüm ona ‘dayanışma’ adı ile sergileniyor.
Elbette masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı çerçevesinde her türlü iddia ve isnadın yargısal yollarla tetkik, tahkik ve neticelendirilmesi, suç varsa tespit ve tescili, yok ise yine tespit ve tescili bu hallerde tercih edilmesi gereken bir durum iken, CHP Yönetimi, vahim iddiaları görmezden gelip iki yolu tercih ediyor.
İlki, konuyu olabildiğince siyasal bir düzleme taşımak, sürecin yangısal bir süreç olduğu gerçeğini gizlemek, iktidar ve ana muhalefet kavgasına büründürmek…
İkincisi ise, yargısal süreci değersizleştirmek, yargılama faaliyetlerin sonucunda olası aleyhe kararları da yine ‘siyasal’ olarak yaftalayabileceği bir alan açmak…
Burada şu soruları tartışmamız gerekmektedir.
Özneleri arasında siyasetçilerin bulunduğu suç eylem ve işlemlerine yönelik idari ve hukuki tasarruflar yapılamayacak mıdır?
Hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku mu tercih edilecektir?
Seçilmiş olmak konusu itibariyle suç olan hallerde yargıya karşı seçilene bir bağışıklık kazandırır mı, kazandırmalı mı?
Yargı karşısında bir partinin tüm faaliyetleri, eylemleri işlemleri konusu suç olsa dahi imtiyazlı bir bakış açısı ile mi değerlendirilmeli?
Aleni hukuksuzluk talebi, kaynağı belirsiz, varış noktası da kuşkulu ‘para kuleleri’ ile ilk defa dile getirilmişti. CHP içinde yer alan bir kısım insan tarafından kaynağı kuşkulu ve gittiği yerle ilgili pek çok rivayet dolaşan bu para kuleleriyle ilgili rahatsızlık, görüntülerin medyaya sızdırılması ile dışa vuruldu. Buna rağmen yönetimce paranın, gönüllülük esasına göre toplandığı ve toplanan paralarla CHP İstanbul İl Örgütünün faaliyet gösterdiği Parti binasının alındığı savunusu yapıldı. Bu savunu yapılırken ortaya bunu destekleyecek herhangi bir bilgi, belge de konulmadı. Ayrıca partilerin bağış kabulleri ve mal edinim süreçleri de yine mevzuat çerçevesine oturtulmuş ve bu yapılanlar da açıkça kanuna aykırılık teşkil ederken yine samimi, açık, hesap verebilir bir yaklaşım sergilenmedi… Olay suskunluk sarmalına hapsedildi, unutturulmak istendi. O ana kadar her söylemlerinde ‘temiz toplum’ diyenler, batı tipi modern demokrasiye atıf yapanlar, sıra kendilerine gelince dillerini yuttular…
Peşinden Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin merkezinde olduğu ‘konser’ yolsuzlukları patladı, ancak kendilerine ‘duyarlı’ diyen çevreler yine bu skandalları görmezden geldi…
İstanbul’un görevden uzaklaştırılan belediye başkanının diploması ile ilgili iddialar ve incelenip, o esnada tespit edilen benzerleriyle birlikte iptali üzerine bu doğruluk-dürüstlük çevreleri yine ya ses vermemeyi veya otuz beş yıl önceki diploma iptal mi olurmuş diye yapılan doğru işlemi değersizleştirmeyi denediler…
Oysaki sınavda başarı sağlayamamış, kayıt yaptırdığı üniversiteye sınavsız girmiş kişi, ülkenin en önemli üniversitelerinden birinin önemli bir bölümüne ‘yatay geçişi’ evrakta sahtecilik ve yalan beyan yaparken, geçiş şartlarını taşımamasına rağmen pek çok tespitli husus ile malul iken nasıl bir akıl tutulmasıdır ki hesap sorulamaz bir yerde görülüyor?
Hiçbir hukuki sistem, demokratik yapı elbette bu türden bir eylem ve işlemi hoş görmez, kabul etmez, asgari bir ahlaki standart dahi bu yapılanı onaylayamaz…
Bu konu üzerine tartışmalar, yazılanlar bir hayli fazla olmasına rağmen; sürecin sanki hiç yaşanmamış, olmamış ve her şey normalmiş gibi CHP ve müzahir kitlesi üzerindeki tesirsizliği ise akıllara durgunluk verir bir düzeyde…
Şimdilerde ise tanıklıklara, teknik ve fiziki kanıtlara, raporlara dayalı yapılan soruşturma ve yargı sürecine rağmen; kamusal gücün suiistimaline, kamusal kaynakların bireysel çıkarlar için kullanılmasına, önemli suç iddialarına rağmen gelinen yer tam bir akıl tutulması…
İddiaları ilk dillendirenler CHP’liler, şikâyetçi olanlar CHP’liler, tanıklık yapanlar CHP’liler, şüpheli konumundakiler CHP’liler, bunlarla ilgili süreç yargı organında ama CHP meydanlarda, sokaklarda iktidarı hedef gösteriyor, suçla ve suçlu ile bağını örtmeye çalışıyor…
Öyle oldu ki, Muharrem İnce’den Kemal Kılıçdaroğlu’na, Mansur Yavaş’a kadar mevcut yönetimi şaibe ile hançerlemekle, iftiracılıkla suçlayanlar bile konunun aslında yolsuzluk ve terörle bağlantılı suçlar olduğunu bilmelerine rağmen, mahalle baskısı ile sokakların bir parçası, dayanışma denilen tuluatın figüranı haline geldiler…
Parti içi mücadelede açıkça taraf olan Özgür Özel, Mansur Yavaş’ı cumhurbaşkanlığı adaylık yarışından elimine etmek için icat ettikleri sözde önseçimiyle, bir de dayanışma sandığı adıyla, kendi koltuğunu pekiştirme ve kitlesindeki akıl tutulmasını ölçmek için bir fırsata çevirdi…
Peki böyle nereye kadar?
Sokakların gürültüsü, şiddeti, Özgür Özel’in her gün kısıklaşan sesi, CHP içi fokurdayan kazanın ateşini söndürür mü?
Elbette bundan daha da önemlisi, sis ve duman dağıldığında, savcılık iddianamesi ortaya çıktığında, soruşturma safhasındaki dosya üzerindeki gizlilik kalktığında, herkesin her türlü bilgi ve belgeye erişeceği günler geldiğinde toplum mühendisliği, perdeleme çabaları, sözüm ona dayanışma duyguları aynen devam eder mi?